Birine aşık olduğunuzu nasıl anlarsınız? Aşk beyin kimyasında nasıl değişikliklere sebep olur? Ya da beyin kimyasındaki değişiklikler aşka sebep olur mu? Yoksa aşk, sadece türümüzün devamlılığını sağlamak için doğanın bize kurduğu bir tuzak mıdır?
Adına aşk diyoruz… Aşık olduğumuzu hissediyoruz… Belki de duyguların arasındaki en yoğun duygu aşk… Yüzyıllardır adına şarkılar, şiirler yazılan, mücadeleler verilen, hayaller kurulan, gözyaşları dökülen, hatta uğruna ölünen aşk… Bazen bize verilen en büyük armağan, bazen de yüreğimize sokulan hançer misali acıtan…
Tabii ki bilim dallarından felsefe, psikoloji, biyoloji, fizyoloji ve kimya da bu duygunun sırrını açığa vurmanın peşinde… Sonunda en azından gizemin bir kısmını çözmüş olduklarını ileri sürüyorlar. Ne yazık ki aşka bu bilim dallarının gözünden bakıldığında, aşkın bize doğanın bir oyunu olabileceği ve çoğu zaman hormonların dengesi üzerine kurulu, son derece rasyonel bir olgu olduğunu görüyoruz. Yazımızı okuduğunuzda siz de böyle düşünebilirsiniz…
İlk bakışta aşk! Nasıl mı?
Psikologlar yeni tanıştığımız birinden hoşlanıp hoşlanmayacağımızın ilk 5 dakika 30 saniye içerisinde belli olabileceğini savunuyorlar. Peki bilimsel yaklaşıma göre bu kararı nelere dayanarak veriyoruz?
- %55 fiziksel görünüm ve vücut dili,
- %38 ses tonu ve hızı,
- %7 Karşımızdaki kişinin söyledikleri…
AŞKIN 3 BİLİMSEL EVRESİ…
1.EVRE – ARZU:Aşkın en tutkulu dönemi olan ilk evre, hem kadınlarda hem de erkeklerde çoğunlukla östrojen ve testosteron gibi seks hormonları sayesinde belirleniyor ve cinsel çekim esasına dayanıyor.
2.EVRE – ÇEKİM:İşte en harika dönemlerden biri olan bu dönemin tadını doyasıya çıkarmanızı öneriyoruz. Bulutların üzerinde gezinilen, gözlerin parladığı ve aşık olunan kişi haricinde pek az şey düşünülen bir dönem olarak nitelendiriliyor. Bilim adamları bu evrede seks hormonları haricinde, beynimizde önemli etkileri olan 3 farklı "nörotransmitter” maddenin miktarının değiştiğini ve hislerimizin de bunlara bağlı olduğunu söylüyorlar.
- Adrenalin: Aşkın ilk aşamalarında, heyecanlı aktiviteler yaparken ya da stresli durumlarda seviyesi artan adrenalin devreye giriyor. Bu nedenle kalbimiz küt küt atıyor, terliyoruz, ağzımız kuruyor ve göz bebeklerimiz onu görünce büyüyor.
- Dopamin: Yeni aşık olmuş çiftlerin beyinleri incelelendiğinde dopamin seviyesinin belirgin olarak arttığı gözlenmiştir. Bu sihirli kimyasal, beynin "arzu ve ödül” bölümünü uyararak aşkın bize haz vermesini sağlıyor. Sık sık buluşmalar, sevgi sözcükleri ve paylaşılan her aktivite beynin "arzu ve ödül” bölümünü tetikleyerek haz duymamıza sebep oluyor. Tehlike şu ki, bu hazdan mahrum kalınca, örneğin sık sık telefon etmememize rağmen ona ulaşamıyorsak bu bölgenin uyarılmaması sonucu, tıpkı kokain kullananlardaki yoksunluk krizine benzer bir duruma giriyoruz. Çünkü kokain de aşk da beyindeki aynı "arzu-ödül merkezi”ni ve aynı nörotransmitter olan dopamin üzerinden etki ediyor.Dopaminin vücudumuzda oluşturduğu belirtilerinden bazıları ise artan enerji seviyesi, daha az uykuya ihtiyaç duyma ve daha az yemeye ihtiyaç duymadır… İşte aşk ve kokainin benzerliğinin kanıtlarından biri daha…
- Serotonin: Aşkın en önemli kimyasallarından bir diğeri de mutluluk hormonu olarak bilinen "serotonin”dir. Birçok depresyon hastasının beyni incelendiğinde bu hormonun seviyesinin az olduğu bulunmuş.Ancak siz yeni aşıklar arasından depresyonda olanını hiç gördünüz mü?
Ya Aşk Bir Hastalıksa?
İtalya’daki Pisa Üniversitesi’nde bir araştırmacı olan Dr. Donatella Marazziti, çılgıncasına aşık olduğunu iddia eden ve birliktelik süreleri maksimum 6 ay olan, 20 çiftin beyin görüntülerini incelemiştir.Çiftler, günün çoğu saatinde birbirini düşündüğünü ve yoğun duygular hissettiklerini belirtmişlerdir.
Dr. Marizzati, çiftlerin sürekli birbirlerini düşünmelerine neden olan şeyin ne olduğunu merak edip araştırdığında, bahsedilen çiftlerin beyinlerinin "obsesif kompulsif bozukluk” adlı psikiyatrik rahatsızlıktan yakınan hastalara benzer şekilde hormon ürettiğini ve kanlarındaki serotonin seviyesinin de bu hastalara yakın oranlarda olduğunu görmüştür.Obsesif kompulsif bozukluk, halk arasında takıntı hastalığı olarak bilinir. Kişi, bir kişiye, bir olaya ya da bir döngüye takılı kalır. İşte aşkın ilk aşamalarında da tıpkı bu rahatsızlığa benzer bir mekanizmanın işleyebileceği düşünülüyor.
Aşk, Gerçekten de Kördür!
Yeni birlikte olmaya başlayan ve aşık olduğunu iddia eden çiftler, genellikle aşık oldukları kişiyi gözlerinde idealize edip, o kişiyi olduğundan daha üstün niteliklere sahip olarak düşünmekte ve buna inanmaktadırlar. "Benim sevgilim dünyadaki en yakışıklı/güzel/anlayışlı/sevgi dolu vs.. insan…” gibi sözlerin arkasında da bu mekanizma yatmaktadır.
Bazılarımız ilişkisinin ilerleyen evrelerinde birlikte oldukları kişi için "bu adam benim tanıdığım kişi değilmiş”, "bana gerçek yüzünü göstermemiş” gibi sıradan sözler sarfediyoruz. Bilim adamlarına göre, karşımızdaki kişinin değişebilmesinin yanı sıra, kendi görüşümüzün ve bakış açımızın da değişebileceğini hesaba katmamız gerekiyor. Bununla beraber, araştırmacılar ilişkinin ilk dönemlerindeki bu "idealize etme” durumunun gerekli olduğunu ve çiftleri belirli bir süre birbiriyle sıkı sıkıya bağlı tuttuğu için, ilişkiyi bir sonraki dönem olan "bağlılık aşaması”na taşıdığını söylüyorlar.
3.EVRE – BAĞLILIK:Bağlılık evresi, bir ilişkinin nihai evresi olup, yıllar boyu sürebilen en uzun dönemdir. Bu dönemdeki hormonlar çifti birbirine bağlayarak bir aile ortamının korunmasını ve dünyaya gelen çocukların bu aile ortamında huzurlu bir şekilde yetişmesini sağlar. Aşkın en huzurlu ve sakin dönemi olmakla beraber, en çok tartışma ve ayrılığın da yaşanabileceği, çünkü kişilerin gözlerinin açılıp gerçekleri görmeye başladığı evre olarak bilinir. Fakat yeterli bağ kurulmuşsa ve çift birbirini bir çok bakımdan tamamlıyorsa, ilişkinin bir ömür sürmemesi için hiçbir neden yoktur…
Bilim adamları bağlılık döneminde iki çeşit hormonun yönetimi ele aldığını düşünmektedirler: oksitosin ve vasopresin.
- Oksitosin – Şefkat ve bağlılık hormonu: Bu hormon, sarılma, kucaklaşma, okşama gibi fiziksel temas sırasında salgılanabildiği gibi, en yoğun olarak orgazm esnasında salgılanmaktadır. Aradaki duygusal bağı da güçlendiren bu hormon, çiftlerin cinsellik yaşadıktan sonra neden kendilerini karşı tarafa daha yakın ve bağlanmış hissettiklerini açıklamaktadır. Kısacası bir çiftin arasında çok büyük diğer problemler olmadığı sürece cinsellik çiftleri birbirine bağlı tutmakta ve ilişkide tıpkı bir çimento gibi birleştirici etki yaratmaktadır.Peki oksitosinin diğer işlevleri nelerdir? Oksitosin anne ve bebek arasındaki bağı kuran ve doğum esnasında inanılmaz şekilde artış göstererek doğum sancılarını başlatan hormondur. Bunun haricinde süt salgılanmasında da görevlidir. Sadece insanlarda değil hayvanlarda da doğum esnasında yoğun olarak salgılandığı için anne, yavrusuna bağlanır, onu her daim korur ve besler. Prof. Diane Witt, yaptığı araştırmalarında koyunlar ve sıçanlar üzerinde çalışmıştır. Bu canlılarda oksitosin üretimini yapay olarak baskıladıktan sonra koyun ve sıçanların kendi yavrularını beslemeyi ve korumayı reddettiğini ve yanlarından uzaklaştırdığını görmüştür. Yapılan diğer bir deneyde ise hiç se yapmamış sıçanlara oksitosin enjekte edildiğinde, kendi yavruları olmamasına rağmen diğer dişi sıçanların yavrularını kendi yavruları gibi sahiplendikleri, korudukları ve besledikleri görülmüştür. Siz de sokakta yavruları ölmüş olan ve yeni doğum yapmış kedilerin, yavrularını kaybettikten sonra bunalıma girdiğini ve eğer etraflarında sahipsiz bir yavru kedi varsa onu kendi yavrusu gibi emzirdiğini ve sahiplendiğini görmüşsünüzdür.
- Vasopressin:Bu hormon da bağlılığı sağlamada görevli diğer önemli hormondur ve tıpkı oksitosin gibi seks sonrasında salgılanmaktadır.Tabii ki tek görevi aşk üzerine değildir… Esas görevleri susuzluğu ve tansiyonu kontrol altında tutarak vücudun dengesini sağlamaktır. Ancak bağlılık üzerinde de etkili olduğu bilinmektedir.Vasopresinin bağlılık üzerindeki etkilerinin anlaşılması için tarla fareleri üzerindeki etkileri incelenmiştir. Bunun nedeni tarla farelerinin de insanlara benzer şekilde üreme dönemleri haricinde ve üreme amacı dışında sürekli seks yapması ve tek eşli hayvanlar olmasıdır.Yapılan araştırmada erkek tarla farelerine vasopresin salgısını engelleyen ilaç verildiğinde, eşiyle arasındaki bağın direk olarak koptuğu, eşine bağlılığının azaldığı ve eşini diğer erkek tarla farelerine karşı korumadığı görülmüştür.
Bilimsel Yöntemlerle Aşık Olun
Profesör Arthur Arun, insanların nasıl aşık oldukları ve aşkın bilimsel yönü üzerine çalışmalar yürüten bir bilim adamıdır. Bu nedenle insan deneklerle de aşk üzerine laboratuar deneyleri yapmaktadır. İşte tam bu yüzden birbirini hiç tanımayan bir grup kadın ve erkek üzerinde çalışmıştır ve deneklerin aşağıdaki çok basit üç aşamayı takip etmesini istemiştir. Deneyin başlamasından sadece 34 dakika sonra aşağıdaki aşamaları takip eden çiftlerden bir çoğu birbirine karşı çekim hissetmiş, hatta 2 çift bu deneyden sonra evlenmiştir.
Peki profesör Arthur Arun bunun için ne yapmıştır?
- Birbirini daha önceden hiç görmemiş ve tanımayan bir kadın ve erkeği aynı odaya koymuştur.
- Her iki kişiye de kendi özel hayatları ve yaşadıkları özel konularla ilgili detayları 1,5 saat boyunca karşı tarafla içtenlikle paylaşmasını istemiştir.
- Daha sonra çiftlerin 4 dakika boyunca hiç konuşmadan sadece birbirlerinin gözlerinin içerisine 4 dakika boyunca bakmasını istemiştir.
Yukarıda da bahsedildiği gibi deney başladıktan 34 dakika sonra çiftlerin çoğu birbirine karşı yakınlık ve çekim hissettiğini, kısacası aşk kıvılcımlarının tutuşmaya başladığını itiraf etmişlerdir.Kısacası hiç tanımadığınız bir karşı cinse, tanışmanızı takiben ilk 3 dakika içerisinde ısındıysanız, birlikte çıkacağınız kısa bir akşam yemeği esnasında yaklaşık 1,5 saatlik ve özel hayatla ilgili içten detayların paylaşıldığı bir konuşma sayesinde ve bolca da göz teması da kurduğunuzda aranızda bir ilişkinin başlaması için ilk adımları atmış olacaksınız.İlişkinizin devamlılığını sağlamak ve aranızdaki bağı korumak ise size kalmış. Bunun için ise cinsel birlikteliğin çiftin arasındaki tutkal olduğunu unutmamanızı tavsiye ederiz…
Bu arada değinmeden edemeyeceğim ki, aşkın daha yüksek bir boyutunun varlığını savunan biri olarak benim görüşüme göre bilim, ruhsal ortaklıkların sezinlenmesi, iki kişinin titreşim ve frekans benzerliği ya da enerji alışverişi gibi daha sübtil konulara değinmediği için, değerlendirme kriterlerini sadece fiziksel boyut üzerinden belirleyebiliyor… Bilimin bir çok şeyi anlamamıza ve anlamlandırabilmemize yardımcı olmasının yanı sıra kısıtlı kaldığı ve açıklayamadığı olgular da mevcut. Ya da aşkın biyofizyolojisi tam olarak çözülebilmişse neden bir ilaç icad edilip aşk acısı dindirilemiyor ya da boşanmalar engellenemiyor? Ya da belki de ileride böyle ilaçların icad edilebilmesi söz konusu olabilir mi? Aşkın yüzde kaçı fiziksel boyuta bağlı? İşte bunlar gibi birçok soru sayesinde aşk halen gizemini belli ölçüde koruyabilen bir olgu olmaya devam ediyor…